Kâinatlar

Kâinatlar; mevcudiyet nedenleri, aktif ve tekâmül ihtiyacındaki ‘ruh’lar olan; her biri, mahiyeti başka bir esasî cevherden (Kâinat cevheri) oluşan; ruhların tekâmül ihtiyaçlarına cevap veren; Aslî Prensibin kudreti (Aslî icap) sayesinde ruhların ancak endirekt (dolaylı) olarak ilişki kurabildikleri; her biri kendi cevherine özgü, sonsuz sayıdaki ortamlardır. (18, 19, 20, 63, 31, 30) Kâinat bir tane değildir; kâinatlar sonsuzdur ve kâinatların sonsuzluğu mutlak erişilmezliğin (Aslî Prensip) bir zaruretidir. (18) Aktif ve tekâmül ihtiyacında olan ruh, pasif kâinatlar için bir gayedir. (18)

Kâinatlar, ruhların tatbikatlarına yarayan ve o tatbikatların sonuçlarını tekrar ruhlara yansıtan, kendi cevherlerine has (özgü) birer ortamdır. (18)

Her kâinatın kendine özgü bir esasî cevheri olması

Sayıca sonsuz kâinatların hiçbiri, bir diğerinin mahiyetini taşımaz; her biri, mahiyeti başka bir esasî cevherden oluşur ve her kâinatın karakteri, o kâinatın anası olan esasî cevheriyle taayyün eder (belirir, belirlenir). (18, 19) Kâinat cevheri. Kâinat cevherlerinin her biri, diğerlerinden tümüyle ayrı bir mahiyette olup, kendisine özgü, diğerlerinden bambaşka karakterde, sonsuz inkişaf imkânları sunar. (30) Ruhların tekâmüllerinin ebediyeti hakikati, asıl mânâ ve kıymetini, ruhların böyle sonsuz cevher mahiyetlerinin her birinde, sonsuz tekâmül devreleri geçirmeleriyle bulur. (30)

Kâinat cevherleri birbirlerine nazaran üstünlük ve imkân bolluğu gösterirler. (29) Ruhlar, davranışlarının yansımalarını kâinat cevherleri üzerinde göre göre ihtiyaçlarını giderirler. (18) ‘Aslî Prensip’, kudretiyle ruhların bütün tekâmül ihtiyaçlarını kâinat cevherlerine ve kâinat cevherlerinin de bu ihtiyaçlar karşısında gösterecekleri reaksiyonları tekrar ruhlara yansıtır. (63) Bu kudret, ruhların ihtiyaçları karşısında vücuda getirilmiş olan kâinat cevherlerini sayısız vasıta ve yollarla hizmete sokar. (63)

Kâinatın, yani bizim kâinatımızın ana maddesini, mayasını oluşturan esasî veya aslî cevheri; mahiyeti “mutlak hareketsizlik” ve “şekilsizlik”le nitelenen ‘aslî madde’dir. (7, 11, 18)

Tek bir kâinatın olmayışının gerekçesi, kâinat cevherlerinin her birinin kendine özgü oluşu ve birbirleriyle ilişkisiz oluşları

Kâinat cevherlerinin inkişafla veya başka bir yoldan birbirlerine geçmeleri veya dönüşmeleri düşünülemez, mümkün değildir. (30) Eğer kâinatların zamanla ve inkişafla birbirlerine dönüşebilmeleri bir hakikat olsaydı, o zaman ayrı ayrı kâinat cevherleri ve ayrı ayrı kâinatlar kabul etmek lüzum ve zarureti kalmazdı ve bir tek kâinat, ruhlara ebediyen bir tekâmül ortamı olarak kalırdı ki, bu durumun “ruhun ebedî tekâmül ihtiyacı” kavramı ile bağdaşması mümkün değildir, ona aykırı düşer. (30)

Çünkü ne kadar sonsuz imkânları bulunursa bulunsun, mahiyeti değişmeyen, aynı cevher mahiyetinde kalan bir kâinat (yani tek bir kâinat), doğal olarak ruhun ebedî ihtiyaçlarını karşılamaya yeterli gelemez. (30) Dolayısıyla “ruhların ebedî tekâmülü hakikatine lâyık olan durum”, yani sonuna varılması nın sözkonusu olmadığı ebedî tekâmül hakikatinin imkânlarına uygun gelen durum; birbirlerinden tümüyle ayrı mahiyetlerde olan ve her biri, kendisine özgü, bambaşka karakterde, sonsuz inkişaf imkânları sunan, sonsuz cevherlerin mevcut bulunması durumudur. (30) Ruhların tekâmüllerinin ebediyeti hakikati, asıl mânâ ve kıymetini, ruhların, işte ancak böyle sonsuz cevher mahiyetlerinin her birinde, sonsuz tekâmül devreleri geçirmeleriyle bulur. (30)

Şu hâlde, insanların akıllarına gelebileceği gibi, bir kâinat inkişaf ederek üst bir kâinatı oluşturmaz ve oluşturmaya doğru da kayamaz. (30) O kâinat, ancak –sonsuz denilebilecek geniş imkânlar içinde– toplanır, dağılır ve tekrar toplanır, dağılır; bu hâl, kimsenin akıl erdiremeyeceği bir ebediyettir. (30)

Sonuç olarak, sonsuz kâinatların hiçbiri, bir diğerinin mahiyetini taşımaz; her biri, mahiyeti başka bir esasî cevherden oluşur ve her kâinatın karakteri, o kâinatın anası olan esasî cevheriyle taayyün eder (belirir, belirlenir). (18, 19) Kâinat cevherleri birbirlerine nazaran üstünlük ve imkân bolluğu gösterirler. (29)

Ruh ile kâinat cevherleri arasındaki erişilmezlik, direkt ilişkilerinin bulunmayışı ve tekâmülün ebedi oluşunun gerekçesi

Cevherleri birbirlerine nazaran daha bol imkânlara sahip ve daha üstün olan, dolayısıyla ruhların daha ileri ihtiyaçlarına cevap verebilecek kabiliyetler gösteren sonsuz kâinatlar serisinin hiçbir parçası veya bütününün ruhlara erişemeyeceğ i bir hakikattir. (29) Nitekim ruhların da menşelerini (kökenlerini, kaynaklarını) herhangi bir kâinat cevherinden almış olmaları düşünülemez. (29) Kâinatlar ile ya da kâinat cevherleri ile ruhlar arasında kesin bir erişilmezlik vardır. (29) Bu erişilmezlik ruhun ve kâinat cevherlerinin mahiyetlerinden ileri gelir. (30) Çünkü eğer ruhlar ve kâinatlar birbirlerinden bir şeyler alıp verebilselerdi ve aralarında aynı mahiyeti haiz (mahiyeti taşıyan, mahiyete sahip) ortak cevherî kıymetler bulunsaydı, ruh ve kâinatlar ikiliğine lüzum kalmazdı ve tekâmülün de mânâsı kaybolurdu. (30)

Kâinat cevherlerinde ruha ait hiçbir şey yoktur. (16) Ruhta da kâinat cevherlerine ait özelliklerin hiçbiri mevcut değildir. (16) Dolayısıyla ruh ile herhangi bir kâinat cevherinin hiçbir yönden benzerliği, doğrudan doğruya ilişkisi, hatta yakınlığı dahi düşünülemez. (16) Bunların birinden diğerine herhangi bir geçişin, yani aralarında direkt olarak bir alışverişin meydana gelebilmesi de mümkün değildir. (16, 29) Kısaca ruh ile kâinat cevherleri arasında kesin ve sonsuz bir erişilmezlik vardır. (16)

Ruhun ‘tekâmül’ünün ebediyetini kabul etmek bir zarurettir: (31) Çünkü “hiçbir isimle yadedemeyeceğimiz, sezgimizin dahi hiçbir şekilde ulaşamayacağı” o büyük “erişilmezliklerin erişilmezliği (Aslî Prensip) hakikati”; ruhların hiçbir zaman olup bitmiş bir hale (mutlak olgunluk, mutlak mükemmellik, mutlak ekmel hâline), mutlak kemal hâline giremeyeceklerini ve ebediyen tekâmül ihtiyaçlarından kurtulamayacaklarını zaruri kılar. (31)

Şu hâlde kâinatların ruhlara erişilmezliğini zaruri kılan etken, ruhların ebedî tekâmülden kurtulamamaları hakikatini de zaruri kılar. (31) Ruhların ebedî tekâmülünü zaruri kılan etken de, ruhların Aslî Prensibe hiçbir vakit erişemeyecekleri hakikatinin bir zaruretidir. (31) Ruhların Aslî Prensibe erişememelerini zaruri kılan etken ise; her şeyin üstünde ve bütünlerin bütünü olan; her şey ile en ufak bir ilişkisi dahi sözkonusu olmayan; akıllara, hayallere, hislere girmeyen; hiçbir adla ifadesi mümkün olmayan “Allah”ın erişilmezliklerin erişilmezliği zaruretidir. (31)

Burada vahdet-i vücut teorisinden bahsedilmemektedir; yüksek prensipler ile ruhların ve kâinatların tek bir varlık hâline girebileceği düşüncesi, insanı burada anlatılmak istenilen hakikatlerden tamamen zıt bir yöne doğru yöneltir ve bütün yüksek sezgilerini silip süpürür. (29, 245) ‘İlâhi Nizam ve Kâinat kitabı’nda yazılanları iyi anlayanlar, burada böyle bir kavramın kastedilmediğini bilirler. (29)

Ruhun kâinatlarla doğrudan temas olmadan (endirekt) kucaklaşması

Kâinatlar mevcut olmasaydı ruhların bilemediğimiz, kendilerine mahsus yüksek ihtiyaçları giderilemezdi; buna karşılık ruhlar olmasaydı kâinatların hikmet-i vücudu (varlık nedeni, vücuda getirilme nedeni) ortada kalmazdı. (19) Ruhlar ve kâinatlar ikilisi daima birbiriyle başbaşa yürürler; o kadar ki, ikisinin arasında kesin ve ebedî bir erişilmezlik mevcut olmasına rağmen, adeta birbirleriyle sımsıkı kucaklaşmış ve birbirinin içine girmiş gibidirler. (19) Fakat bu ilişkiler, katiyen (asla ve kesinlikle) direkt olmayıp endirekt yollardan meydana gelmektedir: (19)

İşte ruhlarla kâinatların, aralarındaki erişilmezliğe rağmen birbiriyle kucaklaşmış durum göstermeleri Aslî Prensip denilen bu yüksek prensibin icaplarıyla (kudretleriyle) gerçekleşmektedir. (20, 190, 191, 38) Aslî icap, Aslî Kudret ışığı konisi. Aslî Prensibin kudreti, bir taraftan ruhları içine alırken (bu ifade semboliktir) aynı zamanda (diğer taraftan) kâinatları da içine almaktadır ve ruhlar ile kâinatlar bu yüksek prensip muvacehesinde (karşısında, huzurunda) sanki bir aynadan yansıtılıyormuş gibi birbirlerine yansıtılırlar. (20) Doğal olarak, buradaki ayna kavramı da yine bir semboldür ve bu ayna sembolünü Aslî Prensip yerine koymamalıdır. (20) Burada Aslî Prensibin kâinatlar ve ruhlar ilişkisine ait kudretinin en küçük bir cephesinin ayna sembolüyle ifade edilmesi sözkonusudur ki bu, ancak bu kadar anlatılabilir. (20)

Aktif olan ruhlar, tekâmülleri için, pasif olan çeşitli kâinat cevherlerinin sonsuz imkânlarını –ihtiyaçları oranında– bilvasıta (vasıtayla, endirekt, dolaylı) kullanarak tekâmül ederler. (18-19) Ruh-madde endirekt ilişkisi. Aslî Prensip, kudretiyle ruhların bütün tekâmül ihtiyaçlarını kâinat cevherlerine ve kâinat cevherlerinin de bu ihtiyaçlar karşısında gösterecekleri reaksiyonları tekrar ruhlara yansıtır. (63) Bu kudret, ruhların ihtiyaçları karşısında vücuda getirilmiş olan kâinat cevherlerini, sayısız vasıtalar ve yollarla hizmete sokar. (63)

İşte aralarında kesin bir erişilmezlik olmasına rağmen ruhların, birbirleri içindeymiş gibi, kâinatların bütün imkânlarından –zerresine varıncaya kadar– istifade edebilmeleri, kâinatlarla kucaklaşabilmeleri Aslî Prensip denilen yüksek prensibin icaplarıyla, yani Aslî Prensibin kudretiyle gerçekleşmektedir. (19, 20)

Kâinatların birbirinin ne içinde ne de dışında olmayışları, birbiriyle ilişiksiz olarak mevcudiyetleri, kâinatlar ve ruhların mekânla ilgili olarak düşünülmemesi konusu

“İç” ve “dış” kavramları kâinatımıza mahsus realitelerdir. (17) “Kâinatın dışı” diye boş bir saha yoktur; çünkü kâinatın (madde kâinatımızın) dışı, başka bir kâinatın içi demektir. (17) Fakat bu sözlere bakıp kâinatları birbiri içine girmiş küreler hâlinde de tasavvur etmemek gerekir. (17) Zaten kâinatları birbiri içine girerek genişleyen küreler şeklinde kabul etmek, onlara yine birer mekân ayırmak ve o mekânların sınırlarını çizmek anlamına gelir ki, bu yanlıştır. (17) Doğal olarak, bu sözlerin mânâsını ve objektivitesini tasavvur etmek insan idrâkiyle mümkün değildir. (17) Sonsuz bir sıra izleyerek düzenlenmiş ebedî kâinatlar zinciri, ancak çok düşünmekle bir dereceye kadar sezilebilir. (17, 19) Bu sezgiyi vermek üzere şöyle bir örnek verilebilir:

Beyaz camlı bir projektörün ışığını boşluğa yansıtalım! (17) Boşluğu konik bir şekilde aydınlatan bu projektör ışığının beyaz renkli görünüşü ‘madde kâinatı’ cevherinin imkânları olsun! (17, 191) Bu, bütün ‘hakikatler’iyle ve ‘realite’leriyle başlı başına bir kâinattır. (17) Şimdi bu projektörün beyaz olan camını değiştirerek mavi yapalım! (17) Bu defa mavi renkli bir projektör ışığı oluşacaktır. (17) Bu da mahiyeti ve imkânları öncekinden tümüyle başka olan bir diğer kâinattır. (17)

Burada şu hatalı düşünceye düşmemek gerekir: Beyaz projektör ışığının kaybolup yerine mavi projektör ışığının geldiği (yani aynı boşluğa camları iki ayrı renkteki iki projektör ışığını aynı zamanda tuttuğumuzu farzediyoruz) ya da iki projektör ışığının birbiri üzerine eklenerek karışık bir ışık kompleksi meydana getirdikleri (birbirlerine karıştı kları ya da üçüncü bir renk oluşturdukları) veya bu iki ışıktan birinin diğeri hesabına zayıfladığı ve değiştiği şeklinde, asla mekân zaruretleriyle düşünmemek gerekir (mekân kavramından sıyrılarak düşünmek gerekir). (17)

Burada her iki projektör ışığı da, birbirine karışmadan, birbiriyle hiçbir şekilde alışverişe girişmeden mevcudiyet gösterir; her biri kendine mahsus bütün kıymet ve niteliklerinden hiçbir şey kaybetmeden, tek başına –sanki kendisinden başka projektör ışığı yokmuş gibi– mevcudiyet gösterir. (17) Bu durumun sezgisine iyi varmak gerekir. (17) Böylece, iki kâinatın mevcudiyeti, kendilerine hiçbir mekân ayırmadan sezilebilir. (17) Buradaki projektör ışıkları, birbirinin içinde veya dışında olmadıkları gibi, birbirinin yerlerini işgal etmiş durumda da değildirler; bu mânâda anlamak gerekir. (17-18)

Şimdi, sembol olarak ele aldığımız projektör camlarını böyle iki renkli değil de, üç, beş, yüz ve sonsuz renklerde kabul ederek, hepsinin aynı şekilde tezahür ettiğini düşünelim (aynı anda çıkan, birbirlerine karışmadan yayılan, sayıca sonsuz renklerdeki konik ışıklar düşünelim)! (18) İşte o zaman, kâinat cevherlerinin zaman ve mekân kavramları dışında, nasıl birbirine karışmadan, birbiriyle hiçbir ilişkileri sözkonusu olmadan mevcut bulundukları hakkında güçlü sezgiler elde edilebilir. (18)

İşte hiçbir mekân ve sınır tanımayan sonsuz kâinatlar karşısında ruhun konumu sözkonusu edilmek istenirse; ruha insanların tâbi olduğu, beşerî idrake bağlı bir yer, bir mekân tayin etmeye kalkışmak, hataların en büyüğü olur. (18) Şu hâlde kâinatların hiçbiriyle doğrudan doğruya ilişkisi düşünülmeden, onların cevherlerine en uzaktan bile doğrudan doğruya teması sözkonusu edilmeden, bütün kâinatlarla kucaklaşmış gibi onlardan faydalanan ruhlar hakkında, “iç” ve “dış” kavramlarını kaale almaksızın sadece, “ruhlar bütün kâinat cevherleri kavramının üstündedir” demekle yetinmek icap eder. (18) Bundan daha ileri bir sezgiye varmak dünyamız için mümkün değildir. (18)

Ruh

Kâinat cevheri

Ruh-madde endirekt ilişkisi

Aslî icap

Madde kâinatı

Âlemler