Ruh; aktif ve ‘tekâmül’ ihtiyacı olan ve bu ihtiyacına cevap veren pasif ‘kâinatlar’ için bir gaye oluşturan; kâinatlarla ancak endirekt yollarla ilişki (Ruh-madde endirekt ilişkisi) kuran; ebediyen tekâmülüne devam edecek ve asla mutlak kemal hâline eremeyecek olan; ‘Aslî Prensip’ denilen büyük hakikatten mutlak bir erişilmezlikle ayrılmış bulunan; kâinatımızın malzemeleriyle tasviri veya tarifi mümkün olmayan ve dolayısıyla mahiyetinin tasavvuru ve idrâki sözkonusu olmayan; ‘kâinatlar-üstü hakikatler’den biridir. (19, 31, 18, 16, 246)
Kâinatımız (Madde kâinatı) maddeleri içinde tasvir veya tarif etmeye yetecek hiçbir kelime, hiçbir suret mevcut bulunmadığından mahiyetinin tasavvuru ve idraki sözkonusu olamayan ruhun; mahiyetini tahlil etmeye (çözümlemeye, analiz etmeye) çalışmaksızın, sadece varlığı zaruretini (mevcut olması zorunluluğunu) kabul etmek, hakikate en uygun gelen yoldur. (16)
Ruh ve kâinatlar
Öz madde bilgisine ve maddenin mahiyetine göre, ‘tesirler’i kâinat içindeki ‘madde’lerin doğurabileceklerini kabul etmek akıl prensiplerine uymaz. (16) Onları kâinatın dışında mevcut hakikatlerde aramak gerekir ki, durum da aslında böyledir: (16) Kâinat dışına ilişkin sezgilerimiz ne kadar zayıf ve yetersiz olursa olsun, kâinatımızı oluşturan madde cevherinin (Aslî madde) nitelikleri ve oluşları hakkındaki bilgilerimiz bizi, bu cevherin sayısız tezahürlerine neden olan cevher-üstü hakikatlerin mevcudiyeti zaruretini kabul etmeye götürür. (16) Kâinat cevheri. İnsanların “ruh” dedikleri, mahiyetini asla bilmediğ imiz şey de, bu cevher-üstü ya da ‘kâinatlar-üstü hakikatler’ arasında bulunmaktadır. (16, 246)
Kâinat bir tane değildir; kâinatlar sonsuzdur ve kâinatların sonsuzluğu mutlak erişilmezliğin (Aslî Prensip) bir zaruretidir. (18) Aktif ve tekâmül ihtiyacı olan ruh, pasif kâinatlar için bir gayedir. (18) Ruhlar, davranışlarının yansımalarını kâinat cevherleri üzerinde göre göre, ihtiyaçlarını giderirler. (18) Şu hâlde kâinatlar, ruhların tekâmül denilen ihtiyaçlarına cevap veren sahalardır. (18) Sembolik olarak (yani kelimelerle) bu şöyle ifade edilir: Kâinatlar, ruhların tatbikatlarına yarayan ve o tatbikatların sonuçlarını tekrar ruhlara yansıtan, kendi cevherlerine has (özgü) birer ortamdır. (18)
Ruh, madde kâinatının içinde değildir, dışında da denilemez. (17) Hiçbir mekân ve sınır tanımayan sonsuz kâinatlar karşısında ruhun konumu sözkonusu edilmek istenirse; ruha insanların tâbi olduğu, beşerî idrake bağlı bir yer, bir mekân tayin etmeye kalkışmak, hataların en büyüğü olur. (18) Şu hâlde kâinatların hiçbiriyle doğrudan doğruya ilişkisi düşünülmeden, onların cevherlerine en uzaktan bile doğrudan doğruya teması sözkonusu edilmeden, bütün kâinatlarla kucaklaşmış gibi onlardan faydalanan ruhlar hakkında, “iç” ve “dış” kavramlarını kaale almaksızın sadece, “ruhlar bütün kâinat cevherleri kavramının üstündedir” demekle yetinmek icap eder. (18) Bundan daha ileri bir sezgiye varmak dünyamız için mümkün değildir. (18)
Ruh ile kâinat cevherlerinin arasındaki erişilmezlik ve tekâmülün ebedi oluşunun gerekçesi
Cevherleri birbirlerine nazaran daha bol imkânlara sahip ve daha üstün olan, dolayısıyla ruhların daha ileri ihtiyaçlarına cevap verebilecek kabiliyetler gösteren sonsuz kâinatlar serisinin hiçbir parçası veya bütününün ruhlara erişemeyeceğ i bir hakikattir. (29) Nitekim ruhların da menşelerini (kökenlerini, kaynaklarını) herhangi bir ‘kâinat cevheri’nden almış olmaları düşünülemez. ( 29) Kâinatlar ile ya da kâinat cevherleri ile ruhlar arasında kesin bir erişilmezlik vardır. (29) Bu erişilmezlik ruhun ve kâinat cevherlerinin mahiyetlerinden ileri gelir. (30) Çünkü eğer ruhlar ve kâinatlar birbirlerinden bir şeyler alıp verebilselerdi ve aralarında aynı mahiyeti haiz (mahiyeti taşıyan, mahiyete sahip) ortak cevherî kıymetler bulunsaydı, ruh ve kâinatlar ikiliğine lüzum kalmazdı ve tekâmülün de mânâsı kaybolurdu. (30)
Kâinat cevherlerinde ruha ait hiçbir şey yoktur. (16) Ruhta da kâinat cevherlerine ait özelliklerin hiçbiri mevcut değildir. (16) Dolayısıyla ruh ile herhangi bir kâinat cevherinin hiçbir yönden benzerliği, doğrudan doğruya ilişkisi, hatta yakınlığı dahi düşünülemez. (16) Bunların birinden diğerine herhangi bir geçişin, yani aralarında direkt olarak bir alışverişin meydana gelebilmesi de mümkün değildir. (16, 29) Kısaca ruh ile kâinat cevherleri arasında kesin ve sonsuz bir erişilmezlik vardır. (16)
Ruhun ‘tekâmül’ünün ebediyetini kabul etmek bir zarurettir: (31) Çünkü “hiçbir isimle yâdedemeyeceğimiz, sezgimizin dahi hiçbir şekilde ulaşamayacağı” o büyük “erişilmezliklerin erişilmezliği (Asli Prensip) hakikati”; ruhların hiçbir zaman olup bitmiş bir hale (mutlak olgunluk, mutlak mükemmellik, mutlak ekmel hâline), mutlak kemal hâline giremeyeceklerini ve ebediyen tekâmül ihtiyaçlarından kurtulamayacaklarını zaruri kılar. (31) Şu hâlde kâinatların ruhlara erişilmezliğini zaruri kılan etken, ruhların “ebedî tekâmülden kurtulamamaları hakikati”ni de zaruri kılar. (31) Ruhların ebedî tekâmülünü zaruri kılan etken de, ruhların Aslî Prensibe hiçbir vakit erişemeyecekleri hakikatinin bir zaruretidir. (31) Ruhların Aslî Prensibe erişememelerini zaruri kılan etken ise; her şeyin üstünde ve bütünlerin bütünü olan, her şeyle en ufak bir ilişkisi dahi sözkonusu olmayan, akıllara, hayallere, hislere girmeyen, hiçbir adla ifadesi mümkün olmayan “Allah”ın erişilmezliklerin erişilmezliği zaruretidir. (31) Burada vahdet-i vücut teorisinden bahsedilmemektedir; yüksek prensipler ile ruhların ve kâinatların tek bir varlık hâline girebileceği düşüncesi, insanı burada anlatılmak istenilen hakikatlerden tamamen zıt bir yöne doğru yöneltir ve bütün yüksek sezgilerini silip süpürür. (29, 245) Bu yazıları iyi anlayanlar, burada böyle bir kavramın kastedilmediğini bilirler. (29)
Kâinatlar-üstü hakikatler, erişilmezlikler, yüksek prensipler
Madde kâinatının ve ruhların madde kâinatıyla ilgili ihtiyaçlarının ötesinde, daha sonsuz ihtiyaçlar ve sonsuzluk kelimesinin dahi ifade etmekten çok uzak bulunduğu hakikatler ve erişilmezlikler vardır ki, bunlara kâinatın gücü yetmez ve kâinat idraki ulaşamaz. (246)
Hem sonsuz bir sırayla düzenlenmiş, mahiyetleri başka başka cevherlerden oluşan, sonsuz varyeteler içeren ‘kâinatlar’ın üstünde bulunan, hem de bu kâinatlarda ebediyen tekâmüllerine devam edecek, sonsuz genişlik ve kapsamlara sahip ruhların üstünde bulunan, yani her ikisine de hâkim olan ‘yüksek prensipler’ vardır. (19) Bu yüksek prensipler, ruhların ve kâinatların ileriye ve geriye doğru bütün durum ve mukadderlerini tayin, takdir ve tensip ederler. (19) Ne onların mahiyetlerini bilebilir, ne de onlar hakkında en küçük bir sezgiye sahip olabiliriz: (19) Çünkü bu büyük hakikat (Aslî Prensip), sonsuz ruhlar âleminin ve ebedî kâinat cevherleri zincirinin üstünde, ruhlardan ve kâinat cevherlerinden mutlak bir erişilmezlikle ayrılmış bulunmaktadır. (19) ‘Aslî Prensip’ denilen bu hakikatin izahına ilişkin olarak bir tek fikir beyan etmekten, bir tek söz söylemekten “âciziz”. (19) Çünkü madde kâinatında buna imkân verecek hiçbir kudret, hiçbir meleke, hiçbir idrak veya sezgi mevcut değildir ve olamaz. (19)
Ruhların hiçbir vakit erişemeyecekleri, “Erişilmezliklerin Erişilmezliği” olan bu büyük hakikat, ‘İlâhî Nizam ve Kâinat kitabı’nda ancak, sembolik bir adla, Aslî Prensip diye yâdedilmiştir. (31, 19-20) Kâinatlar içinde, kâinatlar üstünde ve ruhlar arasında bulunan her hakikat, Aslî Prensibin hâkimiyeti ve nizamı altındadır. (20)
Ruhun kâinatlarla ilişkisinin direkt (doğrudan) olmayışı
Kâinatlar mevcut olmasaydı ruhların bilemediğimiz, kendilerine mahsus yüksek ihtiyaçları giderilemezdi; buna karşılık ruhlar olmasaydı kâinatların hikmet- i vücudu (varlık nedeni, vücuda getirilme nedeni) ortada kalmazdı. (19) Ruhlar ve kâinatlar ikilisi daima birbirleri ile başbaşa yürürler; o kadar ki, ikisinin arasında kesin ve ebedî bir erişilmezlik mevcut olmasına rağmen, adeta birbirleriyle sımsıkı kucaklaşmış ve birbirinin içine girmiş gibidirler. (19) Fakat bu ilişkiler, katiyen (asla ve kesinlikle) direkt olmayıp endirekt yollardan meydana gelmektedir: (19)
İşte ruhlarla kâinatların, aralarındaki erişilmezliğe rağmen birbiriyle kucaklaşmış durum göstermeleri Aslî Prensip denilen yüksek prensibin icapları (kudretleri) ile gerçekleşmektedir. (20, 190, 191, 38) Aslî icap, Aslî Kudret ışığı konisi. Aslî Prensibin kudreti, bir taraftan ruhları içine alırken (bu ifade semboliktir) aynı zamanda (diğer taraftan) kâinatları da içine almaktadır ve ruhlar ile kâinatlar bu yüksek prensip muvacehesinde (karşısında, huzurunda) sanki bir aynadan yansıtılıyormuş gibi birbirlerine yansıtılırlar. (20) Kuşkusuz, buradaki ayna kavramı da bir semboldür ve bu ayna sembolünü Aslî Prensip yerine koymamalıdır. (20) Burada Aslî Prensibin kâinatlar ve ruhlar ilişkisine ait kudretinin en küçük bir cephesinin ayna sembolü ile ifade edilmesi sözkonusudur ki bu, ancak bu kadar anlatılabilir. (20)
Aktif olan ruhlar, tekâmülleri için, pasif olan çeşitli kâinat cevherlerinin sonsuz imkânlarını –ihtiyaçları oranında– bilvasıta (vasıtayla, endirekt, dolaylı) kullanarak tekâmül ederler. (18-19) Aslî Prensip, kudretiyle ruhların bütün tekâmül ihtiyaçlarını kâinat cevherlerine ve kâinat cevherlerinin de bu ihtiyaçlar karşısında gösterecekleri reaksiyonları tekrar ruhlara yansıtır. (63) Bu kudret, ruhların ihtiyaçları karşısında vücuda getirilmiş olan kâinat cevherlerini sayısız vasıta ve yollarla hizmete sokar. (63)
İşte aralarında kesin bir erişilmezlik olmasına rağmen ruhların, birbirleri içindeymiş gibi, kâinatların bütün imkânlarından –zerresine varıncaya kadar– istifade edebilmeleri, kâinatlarla kucaklaşabilmeleri Aslî Prensip denilen yüksek prensibin icaplarıyla, yani Aslî Prensibin kudretiyle gerçekleşmektedir. (19, 20, 38)
Ruh-madde düalitesinin madde bünyesindeki ifadesi
‘Madde kâinatı’nda ‘ruh’la ‘madde’ bir arada bulunamaz. (24) Yani kâinatta birbirine doğrudan doğruya, direkt olarak tesir eden ruhmadde kavramı reel bir kavram olamaz. (24) Ancak, bu ifadeden ruhun varlığını inkâr etmek ve yalnız maddenin mevcudiyetini kabul etmek mânâsını da asla çıkarmamak gerekir. (24) Hakikatte madde kâinatında aralarında direkt olarak tesir alıp veren, birbirine kendilerinden bir şeyler gönderen bir ruhmadde realitesi yoktur ama, kâinatın temelini oluşturan maddenin mevcudiyeti de gayesiz ve nedensiz değildir. (24-25) Esas olarak, maddenin mevcudiyet gayesi, ruha hizmet etmektir. (25) Bu hakikatin ifadesi madde düalitesinde (maddedeki düalite prensibi) gizlidir. (25)
Maddenin oluşundaki gaye, onun ruha hizmet etmesidir; ruha hizmet etmesi ise maddenin her türlü şekil ve hâller içinde, inkişaf imkânlarının ruh tarafından kullanılmasıyla olur ki, bu imkânlarının kullanılabilmesi de ruhtan gelen endirekt tesirlerle onda birtakım hareketlerin ortaya çıkmasına (zuhuruna) bağlıdır. (25)
Maddedeki ‘düalite prensibi’, ruh-madde ikiliğinin kâinattaki aslî görünüşüdür, yani ruh-madde ikiliğinin yüksek prensipler karşısındaki zaruretidir. (25) Maddelerin hayatiyet ve oluşlarını sağlayan düalite prensibi; maddeyi unsurlara (iki unsura) vâzetmek suretiyle, maddenin bünyesine “esas yapı” olarak ‘Aslî Prensip’ tarafından konulmuştur (maddenin bünyesinin yapısı iki unsurlu kılınmıştır). (25) İlk Hidrojen atomu
Böylece düalite, kâinat içinde bulunmayan ruh ile, mahiyeti ondan tümüyle ayrı olan varlıkların, yani maddelerin birbirleriyle olan durumlarını, madde bünyesi içinde ifade eder. (25) İşte bir varlık, bir beden bu suretle anlar ki, kendisi bir ruh olmayıp, ruhun kâinattaki yansımasıdır ve bütün hâl ve durumlarıyla, bir ruhun ihtiyacına cevaplar veren ve o ihtiyacı yansıtan, ruhu temsil eden bir varlıktır. (25) Dolayısıyla varlık denilince bu bakımdan kastedilen mânâ ruhtur. (25) İşte düalite, bu mânâyı mümkün kılmak için konulmuştur. (25)
Ruh ile madde kâinatı arasındaki endirekt ilişki
Ruhların tekâmül ihtiyaçları bir icaptır, maddenin bu ihtiyaca cevap vermek durumu yine bir icaptır. (62) Fakat ruhlar maddeye doğrudan doğruya ne bir şey gönderebilir, ne de ondan bir şey alabilirler. (62) Oysa madde kâinatının vücuda getirilme nedeni, tekâmül gayesinin zaruretidir ve tekâmül için de ruhmadde ilişkisinin gerçekleşmesi, yüksek icaplar gereğince zorunludur. (62) İşte bu icaplar; hem kâinat-üstü ruhlara, hem de kâinatlara doğrudan doğruya hâkim olan ve onları içine alan (onlara şâmil), “mahiyetini bilmediğimiz, Aslî Prensibin Kudreti”nin kâinat içinde maddi tesirler hâlindeki tezahürleriyle yerine getirilir. (62, 190-191, 38, 20)
Aslî Prensip, kudretiyle ruhların bütün tekâmül ihtiyaçlarını kâinat cevherlerine (Kâinat cevheri) ve kâinat cevherlerinin de bu ihtiyaçlar karşısında gösterecekleri reaksiyonları tekrar ruhlara yansıtır. (63) Ruhlar ile kâinat, yani madde kâinatımız Aslî Prensibin kudreti sayesinde, birbirlerine sanki bir aynadan yansıtılıyormuş gibi yansıtılırlar. (20) İşte bu yüksek kudret, kâinatta, yani madde kâinatında en ince cevherler hâlinde olan ‘tesirler’le tecelli eder. (63)
Ruh ve kâinat düalitesinde, ruhların tekâmül ihtiyaçlarına göre bulundukları her davranışlarına, kâinat cüzlerinin tam bir intibakla cevap vermesi ancak ve daima, ruhların bu davranışlarını madde cevheri üzerine yansıtan ve her madde cüzünün ve bütününün göstereceği reaksiyonları da ruhlara yansıtmak suretiyle iade eden, Aslî Prensibin icaplarıyla gerçekleşir. (28) Yani ruhların ihtiyaçları, ‘yüksek prensipler’in icaplarına göre kâinata tesirler hâlinde yansıtılır; kâinata yansıyan bu ihtiyaçların cevaplarını o anda vermek, yani bu tesirlerin taşıdığı icaplar gereğince derhal harekete geçmek de madde cevherinin karakter zarureti olduğu için, bu zaruretle maddenin verdiği cevaplar da, yine aynı kanallardan, aynı icaplarla ruhlara yansıtılır. (28)
Ruhun madde kâinatındaki yansıması, vasıtası, hizmetkârı, temsilcisi ve sembolü: Varlık
Varlık; ruhun kâinatta, yani ‘madde kâinatı’nda hizmetine tahsis edilmiş bulunan; kendisine kâinat boyunca (kâinat sonuna kadar) refakat eden, kâinattaki yansıması, vasıtası, temsilcisi ve sembolü olan, ‘kompleks madde’ler arasındaki ‘tesirler’den sentezlemiş olduğu, çok ince bir enerjiler veya tesirler topluluğudur, kompleksidir. (20, 25, 32, 33, 48, 53, 57, 58, 85, 112) Ruhun tekâmül vasıtası olan varlık, ruhun “kâinat-üstü plânı”nda cereyan eden davranışlarının bütün icaplarını kâinatta madde olarak ifade eder ve bu ifadeler de, bir aynadan yansır gibi, ruha yansıtılır. (32-33) Herhangi bir ruhun hizmetinde bulunan varlık, o ruhun tekâmülüyle ilgili tüm davranışlarını, kıpırdanışlarını ve ihtiyaçlarını Aslî Prensibin ışığı altında o kadar mükemmel ve tam olarak ifade eder ki, ona ruhun kendisiymiş gözüyle de bakılabilir. (33, 53)
Cevherî kıyas bakımından ruh, kâinatın içinde değildir; ama kâinat cevheri içinde süptil bir maddeden kurulu ‘varlık’ tarafından temsil ve ifade olunması bakımından da, kâinatın içindedir. (20) Varlık, ruh olmamakla birlikte, ruhun kâinattaki yansımasıdır ve bütün hâl ve durumlarıyla, bir ruhun ihtiyacına cevaplar verir, o ihtiyacı yansıtır ve ruhu temsil eder. (25) Dolayısıyla “varlık” denildiğinde, kastedilen mânâ, bu bakımdan, ruhtur.
Varlığın kâinatta iki cepheli fonksiyonu vardır: Biri, onun ruh karşısında sadece bir laboratuvar vasıtası oluşu, diğeri de maddeler ortasında ruhun bir timsali konumunda bulunuşudur. (33) İşte bu iki fonksiyonunun sonucu olarak, varlığın da ayrıca bir tatbikat sahasına ihtiyacı vardır. (33) Dolayısıyla varlık, ruhun kendisinden beklediği reaksiyonları layığıyla ona yansıtabilmesi için, o reaksiyonların lüzumlu öğelerini de çevresinden toplamak, yani etrafındaki varlıklardan ve maddelerden sağlamak zorundadır. (33) ‘İnkişaf’ ve ‘tekâmül’, böylece, varlıkların gerek maddelerle, gerek ruhlarla ve gerekse birbirleriyle ilişkilerde bulunmaları suretiyle sağlanır. (32)
Bir varlıkta cereyan eden hâller, hakikatte ruhlar âleminde mevcut olan, mahiyetlerini bilmediğimiz çok daha geniş ve kapsamlı durum ve davranışların ancak birer maddi timsali, birer maddi görünüşü ve karşılığıdır. (37) Varlık, bütün fiil ve hareketleriyle, bütün duygu ve düşünceleriyle madde kombinezonlarından (Madde kombinezonu) ibarettir. (33) Şu hâlde, sonsuz denilebilecek hareketler, kombinezonlar, şekiller ve hâlleriyle varlıkta –madde olarak– meydana gelen ‘sevgi’, düşünce, ‘vicdan’ gibi “ruhî” denilen yüksek tezahürler; aslında, ruhun kendi plânında mevcut, bilmediğimiz sonsuz davranışlarının, kâinatta, madde imkânlarına göre –fikrî, hissî ve hayatî formlarla– tercüme edilmiş karşılıklarıdır. (36) Dolayısıyla ortada madde hareketlerinden başka, varlığa ait bir şey yoktur ve bu hareketlerdeki mânâ ve ifadelerin hepsi de ruha aittir. (36)
Kısaca varlıkta görünen her tezahür, ruhun davranışlarının –kullandığı madde imkânlarının müsaadesi (elverişliliği) oranında– kâinata yansımış bir ifadesinden, temsilî bir görünüşünden başka bir şey değildir. (33) Dolayısıyla ruh madde kâinatıyla iştirakini bitirdiği zaman da varlıktaki ona ait bütün ifade ve tezahürler silinecek ve varlık o anda dağılacaktır. (33) Gün gelecek, ruh, kendisine tâbi olan varlığı kâinatta ebediyen terk edip gidecek ve terk edilmiş varlık dağılacaktır; fakat dağılacak olan şey, sadece bu duyguları, fikirleri ve tanımadığımız, ileride (insanlık safhasından sonraki safhalarda) kazanmış olacağı daha diğer, sayısız ifadeleri taşıyan madde kombinezonları, şekilleri ve hareketleri olacaktır. (37) Madde hareketleri içinde görünen bu hâllerin ruhtaki, –mahiyetlerini bilmediğimiz– “asıllar”ı ise, ruhla beraber ebedî “oluş ve akış”larına devam edeceklerdir. (37) Ruhun kâinattan ayrılmasıyla beraber, varlığın da taşıdığı bütün ifadeleri kaybedip hemen, tekrar âtıl ve amorf hâline dönüvermesi, bu hakikatin en açık kanıtıdır. (37)

