Madde kâinatı ya da kainatımız veya kısaca kâinat; hikmet-i vücudu (varlık sebebi, vücuda getirilme nedeni) aktif ve tekâmül ihtiyacı içindeki ‘ruh’lar olan sonsuz ‘kainatlar’dan, esasî cevheri (Kâinat cevheri) ‘aslî madde’ olandır. (62, 19, 18, 7) Bir başka tanımıyla, madde kainatı; “mutlak ve tam hareketsizlik” mahiyetinden dolayı “şekil, hâl ve tezahür” göstermeyen “aslî madde” adlı cevherinden, Aslî Prensibin icap (Aslî icap) denilen kudretinin ‘tesirler’ hâlindeki tecelli ve tezahürleriyle meydana getirilen; ‘Ünite’ye bağlı muazzam bir idare mekanizmasıyla, ‘İlâhî nizam’ın büyük ahengi içinde tek elden idare edilen kainattır. (18, 11, 38, 63, 74, 269, 7)
Kâinatlar dizisi ve ruh
Kâinatlar; birbirlerinin mahiyetini taşımayan, birbirlerine karışmayan, dönüşmeyen, birbiriyle hiçbir ilişkisi sözkonusu olmayan; var olma nedenleri (hikmet- i vücudu) ruhlar olan; ebedî tekâmül ihtiyacındaki ruhların tekâmül ihtiyaçlarına cevap veren; ruhlarla doğrudan doğruya ilişki ve temasları veya herhangi bir alışverişleri ve ortak cevherî kıymetleri bulunmayan; sonsuz bir sıra izleyerek düzenlenmiş, sonsuz sayıdaki, sonsuz ‘tekamül’ ortamlarıdır. (18, 63, 31, 19, 30)
Şu hâlde, insanların akıllarına gelebileceği gibi, bir kâinat inkişaf ederek üst bir kâinatı oluşturmaya doğru kayamaz; o kâinat ancak –sonsuz denilebilecek geniş imkânlar içinde– toplanır, dağılır ve tekrar toplanır, dağılır ki, bu hâl, kimsenin akıl erdiremeyeceği bir ebediyettir. (30)
“İç” ve “dış” kavramları kâinatımıza mahsus realitelerdir. (17) Kâinatın, yani kainatımızın dışı diye boş bir saha yoktur; çünkü kâinatın dışı, başka bir kâinatın içi demektir. (17) Fakat bu sözlere bakıp kâinatları birbiri içine girmiş küreler hâlinde tasavvur etmek de hata olur. (17) Zaten kâinatları birbiri içine girerek genişleyen küreler şeklinde kabul etmek, onlara birer mekân ayırmak ve o mekânların sınırlarını çizmiş olmak anlamına gelir ki, bu yanlıştır. (17) Doğal olarak, bu sözlerin mânâsını ve objektivitesini tasavvur etmek insan idrâkiyle mümkün değildir. (17) Sonsuz bir sıra izleyerek düzenlenmiş ebedî kâinatlar zinciri, ancak çok düşünmekle bir dereceye kadar sezilebilir. (17, 19)
Hiçbir mekân ve sınır tanımayan sonsuz kâinatlar karşısında ruhun konumu sözkonusu edilmek istenirse; ruhlara beşerî idrake bağlı bir yer, bir mekân tâyin etmeye kalkışmadan, kâinatların hiçbiriyle doğrudan doğruya ilişkisi düşünülmeden, cevherlerine doğrudan doğruya (direkt) teması sözkonusu edilmeden, “iç” ve “dış” kavramlarını kaale almaksızın; sadece, “ruhlar, bütün kâinat cevherleri kavramının üstündedir” demekle yetinmek icap eder. (18) Bundan ileri bir sezgiye varmak dünyamız için mümkün değildir. (18)
Kâinatın, yani madde kâinatının aslî maddeden meydana getirilmesi
Sonsuz sayıdaki kâinatlardan her birinin karakteri, o kâinatın “anası” olan esasî cevheriyle (Kâinat cevheri) belirir (taayyün) ki, bizim kâinatımızın esasî veya aslî cevheri, mutlak hareketsizlik ve amorf olan madde hâlidir (Aslî madde). (18) Kâinatın, yani madde kâinatımızın bu aslî cevheri, kendi kendine hareket etme kabiliyetinden yoksun ve âtıl hâldedir ve dıştan tesir almadıkça kendiliğinden hiçbir hareket yapmaya muktedir değildir. (15) Fakat bu amorf ve âtıl (hareketsiz) cevherden sonsuz hâl ve şekiller meydana gelerek çeşitli realiteleriyle koca bir kâinat oluştuğuna göre, bunları meydana getiren cevherüstü hakikatlerin (Kâinatlar-üstü hakikatler) mevcudiyetinin kabul edilmesi gerekir ki, insanların ‘ruh’ dedikleri şey, bu cevher-üstü hakikatler arasında bulunmaktadır. (15, 16) İşte bu amorf ve âtıl cevherde sonsuz hâl ve şekilleri meydana getirerek çeşitli realiteleriyle koca bir kâinatı oluşturan şey, ona dıştan gelen ‘tesirler’dir: Bu tesirler, hem ruhlar âlemini, hem kâinatları içine alan (şâmil) ve onlara hâkim olan, ruhların tekâmül ihtiyaçlarını bir ayna gibi, kâinat cevherlerine ve kâinat cevherlerinin de bu ihtiyaçlar karşısında gösterecekleri reaksiyonları tekrar ruhlara yansıtan, ‘Aslî Prensip’ten gelen tesirlerdir; daha doğrusu, O’nun kâinatımızda “tesirler” tarzında tecelli ve tezahür eden (Ruh-madde endirekt ilişkisi) yüksek kudretidir. (15, 18, 38, 63, 64, 20)
Kısaca, Aslî Prensip’ten gelen tesirler böylece, ruhların ihtiyaçlarına göre, kâinatın bu amorf cevherini harekete geçirir ve orada madde cevherinin sonsuz varyetelerini şekillendirirler. (20) İşte kâinattaki hareketler, ruhların kıpırdanış ve davranışlarının bu tesirler kanalı yla madde teşekkülleri (şekillenmeleri, oluşumları) hâlinde tecelli eden sembolik birer ifadesidir. (38)
Böylece; büyük icapları taşıyan bu tesirler, kâinatın bütününden en küçük zerresine kadar her tarafına nüfuz ederler ve fonksiyonlarını yaparlar.(63) Bu fonksiyonlara göre madde cevheri şekillenir, inkişaf eder, toplanır, dağılır, formasyonlar, deformasyonlar ve transformasyonlar geçirir ve bu suretle kâinat bütünü ve cüzleri ruhların ihtiyaçlarına göre sevk ve idare olunur. (63) Bu da doğal olarak, kâinat içindeki alt ve üst, çeşitli mekanizmalarla ve vazife prensipleriyle yürütülür. (63)
Kâinattaki alemlerin ilk çekirdekleri
Kâinat, yani madde kâinatımız bir bütündür. (11) Bu bütün; dünyalar, sistemler, âlemler denilen birbirinden farklı birtakım cüzlerden oluşmaktadır. (11) Kâinatta her âlemin kendisine mahsus bir özelliği vardır ve bu özellikler ruhların tekâmül ihtiyaçlarına göre ayarlanmıştır. (11) İşte aslî madde veya madde cevheri denilen şey, kâinattaki tüm ‘âlemler’in, yani kâinat bütününün ana maddesini, mayasını oluşturan, “mutlak hareketsizlik ve şekilsizlik” le nitelenen, amorf bir madde hâlidir. (11) Bu cevher ilk harekete geçtiği andan itibaren, gittikçe kompleksleşerek, birbirine oranla daha yüksek karakter değişmeleri gösteren safhalar meydana getirir. (11) Bu madde safhalarına, madde kâinatını dolduran ve birbirine nazaran değişik özellikler gösteren âlemlerin birer çekirdeği veya aslî maddesi denir. (11) Çünkü birbirinden daha inkişaf etmiş tezahürlere ortam olan bu âlemlerin aslî maddeleri (alemlerin çekirdekleri), ancak kendi âlemlerine mahsus ‘hareket’ ve şekilleri meydana getirebilme kabiliyetindedirler. (11) İşte her âlemin ilk maddesi veya atomu, kâinat aslî cevherinin (Kâinat cevheri) ilk hâlinden kâinat bütününe kadar yükselen yürüyüşünde, varmış olduğu menzillerden biridir ki, bu menzillerin her biri kendi âleminin karakterini “bünye”sinde taşır. (11) Âlem aslî maddesi, İlk hidrojen atomu, Hidrojen âlemi
Kâinat-dışı prensiplerin kâinattaki tecellileri ve kâinat-içi prensipler
Madde kâinatımızda geçerli olan yasa ve prensiplerin (Yüksek prensipler) esasları birdir. (40) Aslî Prensibe tâbi kâinat-dışı ya da kâinat-üstü prensiplerden ikisi, ‘zaman prensibi’ ve ‘kader prensibi’dir; zaman prensibinin kâinatımızdaki tecellisi veya akışı ‘aslî zaman’, kader prensibinin kâinatımızdaki tecelli ve tezahürü ise ‘kader mekanizması’dır. (212, 233, 238, 230, 173) Kader mekanizması ve aslî zaman, aslî icapların (Asli Prensibin icaplarının), ruhları ve maddeleri içine alan kudretleri arasında bulunmakta olup, aslî icapların gerçekleşmesinde önemli roller oynarlar. (236)
Bu kâinat-dışı yüksek prensiplerden olmayan, madde kâinatına ait prensiplerden ikisi ise, maddeler arasındaki ilişkilere ait büyük ‘nedensellik prensibi’ ve maddedeki zıt unsurların mevcudiyeti realitesini ifade eden ‘düalite prensibi’dir. (21-22, 22, 23, 40, 44, 121, 122, 25)
Düalite prensibi; cansız veya canlı denilen maddelerde, maddenin esasında, parçalarında, bütün yayınlarında (Seyyal), hislerde, fikirlerde, maddî değilmiş gibi görünen bütün ruhî hâllerde (Ruhun kâinatımızdaki durumu), kısacası gözlemlenebilen ve gözlemlenemeyen bütün dünya şartlarında hâkim bulunan; maddenin bünyesine ‘Aslî Prensip’ tarafından konulmuş prensiptir. (25, 23)
Ruhların ihtiyaçlarını kâinatlara taşıyan aslî tesirler, maddedeki hareketleri düalite prensibi ve değer farklanması mekanizmasıyla meydana getirirler. (38) İcapların maddelerde gerçekleşmesi demek, tesirlerin, düalite prensibi ve değer farklanması tekniğiyle, fonksiyonlarını yapması demektir. (62)
Aslî icaplar
Kâinatımızdaki bütün oluşlar, akışlar, her şey ancak Aslî Prensibin icaplarıyla gerçekleşir. (20) Ruhların tekâmül ihtiyaçları na göre bulundukları her davranışlarına, kâinat cüzlerinin tam bir intibakla cevap vermesi ancak, ruhların bu davranışlarını madde cevheri üzerine yansıtan ve her madde cüzünün ve bütününün göstereceği reaksiyonları da ruhlara yansıtmak suretiyle iade eden, “Aslî Prensibin icapları”yla gerçekleşir. (28) Yâni ruhların ihtiyaçları kâinata tesirler (tekamül değerleri) hâlinde yansıtılır ve maddenin verdiği cevaplar da, yine aynı kanallardan, aynı icaplarla ruhlara yansıtılır. (28)
Ruhların tekâmüllerine yönelik olarak Aslî Prensip’ten gelen icaplar (ya da icaplar denilen kudret), kâinatımızın üst sınırından içeri (bu ifadeler semboliktir) girer, kâinatta “tesir” şeklinde tecelli eder, kâinatın bilemediğimiz üst sınırları ndaki Ünite’den süzülür ve madde kombinezonlarının sonsuz inkişaf ve kabiliyet imkânlarına göre, onları ve kendilerini çeşitli formasyon, transformasyon ve deformasyonlara uğrata uğrata, aşağılara doğru yayılıp dağılarak inerler ki, varacakları noktalarda ruhların ihtiyaçlarına göre tezahürlerini göstermek suretiyle de, ruh ile madde cevheri (Aslî madde) arasındaki endirekt alışveriş fonksiyonlarını sonuçlandırmış olurlar. (31, 20, 28, 38, 62) Aslî icap
Bir başka deyişle, kâinat dışından gelip, kâinatın üst kademesini işgal eden Ünite’de bir vahdet oluşturan, yani Ünite (varlıklar ve icaplar birliği) ile birleşmiş olan bu icaplar; tesirler hâlinde Ünite’den süzülüp her varlığın ihtiyacına uygun olarak, kâinat içindeki topluluklara, fertlere, maddelere ve varlıklara ve en küçük zerrelere kadar bütün madde cüzlerine dağılır ve onlarda çeşitli formasyon, transformasyon ve deformasyonlar meydana getirirler. (32, 31, 64) Böylece; büyük icapları taşıyan bu tesirler, kâinatın bütününden en küçük zerresine kadar her tarafına nüfuz ederler ve fonksiyonlarını yaparlar. (63) Bu fonksiyonlara göre madde cevheri şekillenir, inkişaf eder, toplanır, dağılır, formasyonlar, deformasyonlar ve transformasyonlar geçirir ve bu suretle kâinat bütünü ve cüzleri ruhların ihtiyaçlarına göre sevk ve idare olunur. (63) Hangi varlıktan, hangi kademeden geçerse geçsin, her tesir muhakkak surette ruhların tekâmül ihtiyaçlarını içeren bir icabı taşır ve kâinatın hiçbir zerresi Ünite’den inen bu tesirlerin haricinde değildir. (31-32)
Tesirler
Kâinatın bütün idaresi ancak, Ünite’den süzülerek yayılan bu tesirlerle mümkün olur. (238) Ruhların ihtiyaçları kâinata ‘yüksek prensipler’in icapları na göre tesirler (tekamül değerleri) hâlinde yansıtılır ve maddenin verdiği cevaplar da, yine aynı kanallardan, aynı icaplarla ruhlara yansıtılır. (28)
Tesirler mekanizmasıyla kâinatın yürüyüşü ve akışı sağlanır, varlıkların ruhlarla, birbirleriyle ve maddelerle olan ilişkileri kurulur ve böylece kâinattaki inkişaf, belirli hedefine doğru yürür gider. (32) Her maddenin, çevresi ile olan ilişkilerinin nizam ve tertibi, yüksek prensiplerin ahengi içinde, madde kombinezonlarına yukarıdan, aşağıdan, sağ-dan, soldan gelen sayısız tesirlerle yürütülür ki, bu yürütülüşün gayesi de ruhların maddeleri kullanarak tekâmüllerini sağlamalarıdır. (21)
Kâinatın ilk zerresinden bütününe varıncaya kadar insanların “maddî, manevî”, “cismanî, ruhanî” diye nitelendirmiş oldukları her şey, ancak ‘yüksek prensipler’in icaplarını taşıyan bu tesirlerin nizam ve tertipleri dahilinde yürüyebilir. (69) Ruhların ‘tekâmül’ü için lüzumlu, maddedeki her ‘hareket’, her değişme ve her ‘inkişaf’ ancak tesirlerle sağlanır. (63) Kâinatta tesirler olmaksızın hiçbir akış ve oluşun meydana gelmesi mümkün değildir. (69) Kısaca, kâinatın yürüyüşü, akışı, kâinattaki her olay, her durum, her şey ancak, ‘İlâhî nizam’ın büyük ahengi içinde, tesirler mekanizmasıyla sağlanır. (78, 32) Tesirler ise ancak, maddelerde doğurdukları hareketlerle tezahür ederler. (13)
Kâinat örgütlenmesi
Kâinat, fertlerin başıboş tekâmül ettikleri bir malzeme sahası değildir: (173) Kâinat baştanbaşa bir organizasyondur. (70) Aslî Prensibin direktifleri, yaptırımları ve icapları dahilinde, ‘vazife plânı’na dahil olmuş ‘varlık’ların sayı sız yollarda uzmanlaşmaları ve ‘vazife’ ‘liyakat’lerini kazanmaları sonucunda, çeşitli vazifeler etrafında toplanmalar, gruplaşmalar, ‘organ’laşmalar ve sistemleşmeler (Organizasyon sistemi) oluşur. (74) Bütün bu örgütlenme, ruhların tekâmülleri için şaşmadan yürüyen kâinatın, Ünite’ye bağlı muazzam idare mekanizmasının teknik cephesini oluşturur. (74)
Ünite’den aşağılara yayılan bu örgütlenme; “aslî icap (icaplar) kadrosu, aslî zaman kadrosu ve kader mekanizması kadrosu” adlı ‘üç ana kadro’ dahilinde meydana gelir: (245, 241, 234, 231) Bu üç ana kadroya bağlı olarak, ruhların kâinattaki tekâmüllerine ilişkin icapları bütün ayrıntı ve incelikleriyle yerine getiren, sayısız organizasyonlar ve bu organizasyonların hiyerarşik tertiplerle birbirine bağlanmasından meydana gelen büyük organizasyon sistemleri mevcuttur. (241) Her organizasyon sistemi, hangi kadro dahilinde çalışması lazım geliyorsa, ona göre kurulur ve işler. (240) Vazife plânlarının kâinat prensiplerine uygun olarak yürütülmesini sağlayan bu sistemler, bütün varlıkların inkişaf ve tekâmül plânlarında çok önemli roller alırlar. (168)
Bunların hepsi kâinatta görülecek sayısız işlerde, vazife plânının ilk kademelerinden Ünite’ye kadar vazifelendirilmiş veya vazifelenmiş varlıklardan oluşmuştur ki, bu vazifeli varlıklar kendi organizasyonları içinde, Ünite’den gelen, bu üç genel ve koordine vazife kadrosunun prensipleri ve direktifleri altında kıl kadar şaşmadan vazifelerini görürler. (241)
Kâinatta, maddelerin oluşturulmalarında (teşekküllerinde), tesirlerin maddelere ve varlıklara dağıtımında, bu dağıtımların yerli yerince kullanılmasında, varlıkların çeşitli inkişaf safhalarının ve tekâmüllerinin sevk ve idaresinde, kontrollerinde, tekâmüllerine hizmet eden kaba maddelerin sayısız tezahürlerinin meydana getirilişinde, kısaca, kâinatın bütün mekanizmalarında Aslî Prensibin icaplarına göre yapılan sonsuz iş ve hizmet mevcuttur ki, bunların her biri, uzmanlık kabiliyetlerine göre varlıkların, ifasıyla yükümlü oldukları birer idarî vazifedir. (73) Bu ‘yükümlülük’ler –Aslî Prensibin yüksek icaplarına göre– varlıkların liyakat dereceleriyle oranlı olarak yerine getirilir ve ona göre varlıklar vazifelendirilir ve vazifelenir. (73)
Kâinatta türlü tekâmül ihtiyaçları için, en ağır madde hâlinden en hafif madde hâline kadar sonsuz transformasyonlar, deformasyonlar ve formasyonlar olur. (74) Bu maddî değişiklikler de yine, kâinatın genel idaresiyle vazifeli varlıkların direktif ve kudretleri kanalıyla ve belirli sahalarda vazifelenmiş varlıkların faaliyet ve işçiliğiyle sonuca ulaşırlar. (74)
Kâinattaki ahenk, ilahi nizam, tek el, tek yürüyüş, tek beden
Tüm kâinatın hiçbir zerresi, ilâhî Işık huzmelerinden yoksun (âzade) kalamaz; kâinatın bundan yoksun kalan bir tek noktası derhal kararmaya, amorf hale düşmeye, yâni insanların anladığı mânâda yok olmaya mahkûm bir duruma düşer. (273, 195) Bu ilâhî Işık, ahengin kendisidir ve kâinatın bütün hareketleri ancak bu ilâhî Işık kudretiyle var olabilir. (273) Aslî Kudret ışığı konisi
Bütün âlemler, bütün kâinat, büyük bir ahenk içinde birbiriyle sımsıkı kucaklaşmış sayısız olaylar, oluşlar ve akışlar kompleksidir. (270) Kâinatta bütün faaliyetler, tekâmülü hedef alan ve kâinatı bütün olaylarıyla tek bir oluşa bağlayan ‘ilâhî nizam’ın büyük ahengi içinde cereyan etmektedir. (269) Kâinatta ilâhî nizamı bozmaya hiçbir kudret muktedir değildir. (155)
Tesirler, kâinatdışı hakikatlerin maddeye yansımış durumlarıdır. (69) Maddenin gösterdiği reaksiyonları da kâinat dışına yansıtan yine bu tesirlerdir. (69) Kâinatı baştanbaşa ve insan idrâkinin kavrayamayacağı karmaşık bir şebeke hâlinde saran bu tesirler, sayısız varyeteler göstermelerine rağmen, ilâhî nizamın büyük ahengi içinde tek bir kudret hâlinde fonksiyonlarını yaparlar. (69) İlâhî nizamın kâinattaki icaplarını yerine getiren, bu icaplar içinde kâinatın ahengini kuran ve onu kucaklayan, işte bu “tesirler vahdeti”dir. (92)
İlâhî nizam, tüm kâinatın durum ve hâllerini o kadar mükemmel bir ahenk içinde tertiplemiş, o kadar mazbut (muntazam) bir mekanizmaya bağlamıştır ki, kâinat olayları, bütün sonsuz görünüşlerine rağmen, tek bir yürüyüş hâlinde akıp gider. (91) Bu hakikati görebilenler için, tek bir beden ve bütün kâinat birbirinden ayrılmayan iki mekanizmadır. (91) Ahenk kâinatın bizzat kendisidir. (270)
Kâinatta cansızlık kelimesinin mânâsızlığı ya da göreliliği
Pasif intibaklar safhasındaki ruhların ilk hidrojen atomlarına bağlanmalarına ilişkin bilgiler gözönünde bulundurulduğu takdirde kâinattaki maddeler için kullanı lmakta olan canlılık-cansızlık terimleri birer laftan ibaret kalmakta ve esaslı bir mânâ taşımamaktadır. (49) Maddelerin gerek ilk safhalarda (Pasif intibaklar safhası), gerekse hidrojen safhasında ruhlarla olan endirekt ilişkilerinin (Ruh-madde endirekt ilişkisi) nizam ve tertipleri, insanların yaptığı gibi bir canlılık-cansızlık ayrımının yapılmasını mümkün kılmamaktadır. (49) Çünkü kâinat safhalarının her birinin maddesi ile ruhların o safhanın karakterine ve tekâmül sistemine uygun çeşitli ilişkileri daima mevcuttur ve kâinatta herhangi bir ruhun tekâmülüne yaramayan madde yoktur. (49) Yâni geçici veya daimî olarak ruhların hizmetine girmemiş bir madde durumu yoktur. (49) Bu hâl özellikle hidrojen safhasındaki bütün maddeler için çok bârizdir. (49) Bu hizmetin dışında kabul edilecek bir madde lüzumsuz ve gayesiz olur. (49) Kâinatta ise lüzumsuz hiçbir süreç mevcut değildir. (49)
Şu hâlde, bazı maddelere “canlı”, bazı maddelere “cansız” demek yersizdir; çünkü her maddeye geçici veya sürekli olarak bir ruhun bağlanması sözkonusudur. (49) Bir varlığı oluşturan maddelerin o varlığa sürekli olarak bağlı kalmasına bakılarak, maddelere ancak ‘varlık safhası’ndan itibaren “canlı” denilmek istense bile, bu da doğru olmaz. (50) Çünkü varlık safhasından önceki ‘ilk hidrojen atomu’na da, varlık safhasına kadar, ruhlar bağlanmış bulunmaktadırlar. (50) Dolayısıyla bu bilgilerden sonra maddelerde canlılık–cansızlık ayrımı yapmanın bir mânâsı kalmamaktadır. (50)
Her ne kadar varlığa, onun kendisinden daha aşağıdaki diğer maddelerin âtıl ve amorfa yakın hâllerine oranla, artık ruhun ifadelerini taşıyan aktif durum kazanmış olması dolayısıyla “canlı” sıfatı yakıştırılmışsa da, bunun üstte belirtildiği gibi nispî bir ifadeden başka bir şey olmadığını, nispî bir ifade olarak kullanıldığını unutmamak gerekir. (53) Çünkü burada canlı denilen varlık aslında, âtıl görünen ilk hidrojen atomu maddesinin inkişaf etmiş, yüksek kademelerinden başka bir şey değildir; sadece, onun kâinatta bir ruhu ifade edebilecek kadar imkânları inkişaf etmiş hâlidir. (53)

