Varlık; ‘ruh’un kâinatta, yani ‘madde kâinatı’nda hizmetine tahsis edilmiş bulunan; ruha kâinat boyunca (kâinat sonuna kadar) refakat eden; ruhun kâinattaki yansıması, vasıtası, temsilcisi ve sembolü olan; ruhun kendi kâinatüstü plânındaki hâl ve durumlarını, davranışlarını, kıpırdanışlarını ve ihtiyaçlarını kâinatta tam olarak (mükemmelen) ifade eden (yansıtan) ve aldığı cevapları da tekrar ruha iade eden; ruhun, imkânları kendisini ifade edebilecek kadar inkişaf etmiş ‘kompleks madde’ler arasındaki ‘tesirler’den sentezlemiş olduğu; ‘yüzeysel zaman’ve ‘yüzeysel zaman mekânı’ölçüsüne girmeyen çok ince bir enerjiler veya tesirler topluluğudur, kompleksidir. (20, 25, 32, 33, 48, 53, 57, 58, 85, 112) Bir başka tanımıyla, varlık, ruhun bütün ihtiyaçlarına cevap verebilecek şekilde, kâinatın bir noktasında temerküz etmiş (idrakî temerküz noktası) çok ince madde partiküllerinden ibaret olan ve ruhun ihtiyaçlarıyla ilgili tüm ifadeleri kâinat boyunca taşıyan, belirli bir enerjiler veya tesirler kompleksidir. (84)
Ruh ve varlık
Cevherî kıyas bakımından ruh, kâinatın içinde değildir; ama kâinat cevherinin içinde süptil bir maddeden kurulu varlık tarafından temsil ve ifade olunması bakımından da kâinatın içindedir. (20) Varlık, ruh olmamakla birlikte, ruhun kâinattaki yansımasıdır ve bütün hâl ve durumlarıyla, bir ruhun ihtiyacına cevaplar verir, o ihtiyacı yansıtır ve ruhu temsil eder. (25) Dolayısıyla “varlık” denildiğinde, kastedilen mânâ, bu bakımdan, ruhtur. (25) Düalite (Düalite prensibi) maddenin bünyesine bu mânâyı mümkün kılmak için konulmuştur. (25, 23, 41)
Ruhun tekâmül vasıtası olan varlık, ruhun kâinat-üstü plânında cereyan eden davranışlarının bütün icaplarını kâinatta madde olarak ifade eder ve bu ifadeler de, bir aynadan yansır gibi, ruha yansıtılır. (32-33) Herhangi bir ruhun hizmetinde bulunan varlık, o ruhun tekâmülüyle ilgili tüm davranışlarını, kıpırdanışlarını ve ihtiyaçlarını Aslî Prensibin ışığı altında o kadar mükemmel ve tam olarak ifade eder ki, ona ruhun kendisiymiş gözüyle de bakılabilir. (33, 53)
Varlığın kâinatta iki cepheli fonksiyonu vardır: Biri, onun ruh karşısında sadece bir laboratuvar vasıtası oluşu, diğeri de maddeler ortasında ruhun bir timsali konumunda bulunuşudur. (33) İşte bu iki fonksiyonunun sonucu olarak, varlığın da ayrıca bir tatbikat sahasına ihtiyacı vardır. (33) Dolayısıyla varlık, ruhun kendisinden beklediği reaksiyonları layığıyla ona yansıtabilmesi için, o reaksiyonların lüzumlu öğelerini de çevresinden toplamak, yani etrafındaki varlıklardan ve maddelerden sağlamak zorundadır. (33) ‘İnkişaf’ ve ‘tekâmül’, böylece, varlıkların gerek maddelerle, gerek ruhlarla ve gerekse birbirleriyle ilişkilerde bulunmaları suretiyle sağlanır. (32)
Varlıktaki tüm tezahürlerin asılları
Önceden amorf olan madde, inkişaflar sonucunda varlık hâline girdiği zaman, onda, zamanla gittikçe yükselecek ‘sevgi’ler, sempatiler, antipatiler, merhametler, vicdan faaliyetleri, düşünceler, muhakemeler gibi bir sürü meleke ve durumların en basit halleri meydana gelir. (34) Fakat ana niteliği hareketsizlik olan madde, hareketsizlik doğası gereği kendiliğinden bu tezahürleri göstermek, bu işleri yapmak kudretinden kesinlikle yoksun olduğundan, varlığın her hâli, her hareketi, her kıpırdanışı kendisinden olmayan (yani ruhtan olan) bir durumun ifadesidir. (36, 34, 7) İşte varlığın gösterdiği “madde olan bütün bu hareketler”deki, “madde olmayan ifadeler”e, ‘ruhun kâinatımızdaki durumu’ denir. (36)
Bir varlıkta cereyan eden hâller, hakikatte ruhlar âleminde mevcut olan, mahiyetlerini bilmediğimiz çok daha geniş ve kapsamlı durum ve davranışların ancak birer maddi timsali, birer maddi görünüşü ve karşılığıdır. (37) Varlık, bütün fiil ve hareketleriyle, bütün duygu ve düşünceleriyle madde kombinezonlarından (Madde kombinezonu) ibarettir. (33) Şu hâlde, sonsuz denilebilecek hareketler, kombinezonlar, şekiller ve hâlleriyle varlıkta –madde olarak– meydana gelen sevgi, düşünce, vicdan gibi “ruhî” denilen yüksek tezahürler; aslında, ruhun kendi plânında mevcut, bilmediğimiz sonsuz davranışlarının, kâinatta, madde imkânlarına göre –fikrî, hissî ve hayatî formlarla– tercüme edilmiş karşılıklarıdır. (36) Dolayısıyla ortada madde hareketlerinden başka, varlığa ait bir şey yoktur ve bu hareketlerdeki mânâ ve ifadelerin hepsi de ruha aittir. (36)
Kısaca varlıkta görünen her tezahür, ruhun davranışlarının –kullandığı madde imkânlarının müsaadesi (elverişliliği) oranında– kâinata yansımış bir ifadesinden, temsilî bir görünüşünden başka bir şey değildir. (33) Dolayısıyla ruh, madde kâinatıyla iştirakini bitirdiği zaman da varlıktaki ona ait bütün ifade ve tezahürler silinecek ve varlık o anda dağılacaktır. (33) Gün gelecek, ruh, kendisine tâbi olan varlığı kâinatta ebediyen terk edip gidecek ve terk edilmiş varlık dağılacaktır; fakat dağılacak olan şey, sadece bu duyguları, fikirleri ve tanımadığımız, ileride (insanlık safhasından sonraki safhalarda) kazanmış olacağı daha diğer, sayısız ifadeleri taşıyan madde kombinezonları, şekilleri ve hareketleri olacaktır. (37) Madde hareketleri içinde görünen bu hâllerin ruhtaki, –mahiyetlerini bilmediğimiz– “asıllar”ı ise, ruhla beraber ebedî “oluş ve akış”larına devam edeceklerdir. (37) Ruhun kâinattan ayrılmasıyla beraber, varlığın da taşıdığı bütün ifadeleri kaybedip hemen, tekrar âtıl ve amorf hâline dönüvermesi, bu hakikatin en açık kanıtıdır. (37)
Varlığın meydana getirilmesi
Henüz ‘varlık safhası’na girmemiş ruhlar, yani ‘ilk hidrojen atomu’ safhasında tatbikat gören ruhlar, idareleri altında bulunmayan bu maddelerde “pasif ve mekanik ” olarak hazırlanırlar. (50) İnsanlarca tanınmayan bu hidrojen atomu, ilk meydana getirilmesinden itibaren geçirdiği ‘inkişaf’lar sonucunda nihayet öyle bir inkişaf kademesine gelir ki, artık bir araya toplanarak bir varlık hâline girme kabiliyet ve imkânlarına ulaşmış, çok ince ve karmaşık madde kombinezonları hâlinde, dünya maddesi-üstü birtakım yüksek enerjiler yayınlamaya başlar. (51, 52) Hidrojen atomu bu enerjileri yayınlamaya başladığında, onun bu düzeye gelmesine Aslî Prensip muvacehesinde (karşısında, huzurunda) neden olan ruh da, artık maddeler arasındaki ilişki ve hareketlerin içgüdüsel davranışlarına sahip olabilecek bir tekâmül kademesine ulaşmış bulunur. (51-52) Yani, yüksek olmakla birlikte dağınık halde bulunan bu enerjileri bir araya toplayarak, onlardan bir varlık meydana getirebilecek kudrete, liyakate erişmiş bulunur. (52) Birer yüksek vibrasyon kompleksinden ibaret olan bu yüksek enerjilerle varlıkların meydana gelmesi demek, idrâkin en ilkel hâli olan içgüdülerin, bu dağınık enerjilerde tezahür etmeye başlaması demektir. (116)
Varlığın aslî tesirler tarafından ruha ait tesirlerle meydana getirilmesi ya da diğer deyişle, varlığın ‘aslî tesirler’in yardımı altında ruh tarafından meydana getirilmesi şöyle açıklanabilir: (52-53)
Aslî tesirler sayesinde bir üst âleme doğru inkişaf eden hidrojen atomu yeterince inkişaf ettiği ve ona bağlı olan ruh da bu yükselmiş dağınık enerjileri bir araya toplayarak onlardan bir varlık meydana getirebilecek kudrete eriştiği zaman; kendisine bir varlık kurma liyakatine ermiş o ruhun ruhanî plândan yansıyan tesirlerini içeren aslî tesirler, bu dağınık, yüksek enerjilerin ortasına inerler ve orada, bu enerjileri idrakî bir nokta (idrakî temerküz noktası) etrafında bir araya toplayarak onlardan bir topluluk meydana getirirler. (52-53) Bu aslî tesirlerde, tekâmülünü o safhaya kadar getirmiş olan o ruha ait tesirler de vardır ki, bu tesirler meydana gelen varlığa, yani o enerji topluluğuna aslî tesir tarafından yansıtılır ve bağlanır. (53) İşte böylece “varlık” denilen bu enerji topluluğu, kâinatın sonuna kadar o ruhun bütün davranışlarına mâkes olmak, o davranışların cevaplarını da tekrar ona iade etmek üzere hizmete sokulmuş ve kâinatta ruhun bir timsali, vasıtası hâline gelmiş bulunur. (53)
Bir başka deyişle ve kısaca, varlık; herhangi bir ruhun, kâinat sonuna kadar kendisine hizmet etmesi için, “Aslî Prensibin icaplarını taşıyan, ruhlarla alakalı tesirleri”, belirli bir inkişaf kademesindeki maddeler arasından toplayıp sentezlemesiyle meydana getirmiş olduğu bir madde ünitesi, daha doğrusu bir tesirler kompleksidir. (32)
Varlığın meydana getirilmesiyle, önceki safhada kaba madde ve daha önceki safhada amorf madde olan bir madde, artık “şuurlu madde” denilebilecek bir hale gelmiş bulunmaktadır. (71, 56, 60) Varlığa, kendisinden daha aşağıdaki diğer maddelerin âtıl ve amorfa yakın hâllerine oranla, artık ruhun ifadelerini taşıyan aktif bir durum kazanmış olması dolayısıyla, “canlı” sıfatı yakıştırılmışsa da bunun nispî bir ifadeden başka bir şey olmadığını, nispî bir ifade olarak kullanıldığını unutmamak gerekir. (53) Çünkü pasif intibaklar safhasındaki ruhların atomlara bağlanmasına ilişkin bilgilerden de anlaşılacağı gibi, kâinattaki maddeler için kullanılmakta olan canlılık-cansızlık terimleri birer laftan ibaret kalmakta ve esaslı bir mânâ taşımamaktadırlar. (49)
Varlık safhası
Varlık safhası; ‘ilk hidrojen atomu’ kademesinden varlık kademesine gelindiği anda, yani varlığın meydana getirilmesiyle başlayan, varlığın mekanik bir içgüdüyle bitki hücrelerinde enkarnasyonlarda bulunduğu, ‘bitkilik safhası’ndan önceki inkişaf ve tekâmül safhasıdır. (52, 53, 60, 61, 80, 56, 54, 55, 71, 193)
İnkişaf etmiş hidrojen atomunun yüksek enerjilerinden meydana getirilen varlık, tahsis edilmiş olduğu ruhun tekâmülüne hizmet etmek üzere, gittikçe gelişecek, çoğalacak ve kapsam kazanacak imkânlar içinde, kâinattaki işlerini bitirmek için, uzun inkişaf yolculuğuna koyulur ve hizmetine girdiği ruh da artık tekâmülünün, varlığı kullanarak yapacağı, aktif tatbikat devresine başlamış bulunur. (46, 37, 38, 32, 55, 52)
İlk mekanik içgüdülerle yaşamaya başlayan bu varlık, hizmetinde bulunduğu ruhun bütün ihtiyaçlarına, bütün davranışlarına cevap verecek, onun kâinattaki maddeler arasında gerçekleşmesi gereken icaplarına vasıta olacaktır. (55) Ruh, bu andan itibaren başlamış olduğu tekâmül safhasına göre, hidrojen âleminin henüz varlık safhasına girmemiş kaba atomları ve onların kaba kombinezonları arasında aktif olarak tatbikatlar yapmak ihtiyacını duyacaktır. (55) Fakat bu safhadaki tatbikat, ruhun o kaba atomlar içinde daha önce geçirmiş olduğu mekanik ve otomatik hayatlardaki tatbikatlardan bambaşkadır. (55) Önceki safhada (Pasif intibaklar safhası) onlara hâkim olamıyor, sadece bir atoma bağlı ve esir hâlde, o atomun belirli hareketlerine iştirak ediyor ve pasif bir intibak devresi geçiriyordu. (55) Şimdi ise, hizmetinde bulunan varlığı vasıtasıyla, atomların, en basitinden itibaren inkişaf kademeleri boyunca sıralanan çeşitli ‘elementler’inden kurulmuş kombinezonlarına ve kompozisyonlarına tedricen hâkim olmak üzere, aktif bir tatbikat devresine başlamış bulunmaktadır. (55) Bunun için tekâmülüne, artık, onları toplamak, dağıtmak, onlardan yeni oluşumlar meydana getirmek, bedenler kurmak, bedenleri idare etmek gibi faaliyetlerde bulunmak suretiyle devam edecek ve bu âlemdeki ileriye doğru olan hazırlıklarını da böylece tamamlamış olacaktır. (55)
Bütün bu işleri yapmasında bundan sonra ona, varlık denilen işte bu süptil enerji topluluğu vasıta olacaktır. (55) Çünkü ruhun doğrudan doğruya bu kaba maddelere hükmetmesi mümkün değildir. (55) Bu nedenle, meydana gelmiş varlık, ruhta beliren yeni ihtiyaçlar karşısında hemen çevresindeki en ilkel maddelerden istifade etmeye çalışacak ve onlardan basit kompozisyonlar kurarak bu kompozisyonlar üzerinde hâkimiyet tatbikatına başlayacaktır. (55) Bütün bu işler –her yerde, her zaman olduğu gibi– ruhlara yardımcı olan yüksek tesirlerin yol göstermesi ve ışık tutması yla olmaktadır. (56)
Yani önce ruh madde ile iştirak eder (madde kâinatıyla endirekt ilişkiye geçer), sonra kendisine “şuurlu madde” denilebilecek varlığı kurar; ruh tarafından kurulan bu varlık da, kendi ruhunun ve yardımcı varlıkların faaliyetleriyle, kaba maddelerden (fizikokimyasal, yoğun maddelerden) kendisine ayrıca bir beden yapar ve bu beden vasıtasıyla maddelere tesir etmeye başlar. (60, 35) Varlık, kullandığı bu kaba maddelerle böylece, kendi haricindeki diğer bedenlere de tesir etmek suretiyle ayrıca ‘mâşerî plân’a da adım atmış ve ruhun ‘hidrojen âlemi’nin varlık safhası ndaki tekâmülü de o andan itibaren yürümeye başlamıştır. (60, 61)
Varlık safhasındaki beden de bir organizmadır; kendisini oluşturan partiküller arasında organlaşma ve sistemleşmeler vardır. (80) Dolayısıyla ona Aslî Prensibin (Aslî Prensip) esasî tesirleri gelmeyip, ‘tâli tesirler’ gelecek ve varlık, böylece, tâbi bulunduğu ruhun hâkimiyeti ve tâli tesirlerin yardımları altında, kâinatın sonuna kadar inkişafı na devam edecektir. (53, 46, 80) Bu safhadan itibaren ruhların maddenin hareketlerine pasif ve mekanik olarak intibak tatbikatları bitmiş, ilk basit aktif davranışları başlamış ve maddelerde de artık “ruhların aktif davranışlarıyla inkişaf” prensibi başlamıştır. (193, 192) Bu safhada hem ruhların ilkel bir faaliyeti, hem de bu faaliyeti çok sıkı kontrol altında tutan ve destekleyen bir ‘otomatizma’ prensibi mevcuttur. (193)
Meydana getirilen varlığın ilk kullanabileceği madde kombinezonları, bitki bedenlerinin en basit ve en ilkel hücreleridir. (56) Yeni meydana gelmiş varlıklar madde kompozisyonlarından kendilerine birer beden kurar ve ancak o basit bedenleriyle, yani ilkel bitki hücreleriyle diğer kaba maddelere ve kaba bedenlere çeşitli tarzlarda –ilk zamanlarda daima içgüdüleriyle– tesirler yaparak yaşamaya başlarlar. (56) Bu ilkel bitki hücrelerindeki inkişaf devresi, varlığın bir bitki bedenini kurabilecek duruma gelmesine kadar sürer; varlık, bitki bedenlerinin her çeşit hücrelerinde lüzumlu enkarnasyonları tamamladıktan sonra, bütün bir bitkiyi idare edebilecek duruma gelir ki, bu da bitkilik safhasının başlangıcıdır. (71, 56, 193)
Varlığın meydana gelmesiyle, aynı zamanda ruhların âlemimizdeki, yani hidrojen âleminin otomatik veya yarı idrakli tekâmül safhaları başlamış olmakla birlikte, yeni meydana gelmiş bir varlık, idrak bakımından, idraksiz denilecek kadar, pek basit ve ilkel durumdadır: Onda mevcut olan, ancak mekanik bir içgüdüdür (içgüdüler); bu, varlığın hidrojen âleminde geçireceği, çeşitli safhalardan oluşan uzun inkişaf süreci boyunca, yerini tedricen, önce “sezgi-içgüdüler”e, sonra sezgilere, sonra “sezgi-idrakler”e ve sonra “ilkel idrakler”e bırakarak ilerleyecektir. (50, 54, 56)
Varlığa bedenin lüzumu ve bedenlenme
Ruhun madde kâinatıyla irtibatının yegâne gayesi tekâmül olduğuna göre, ruha hizmet eden varlık, âlemimizin kaba atomları ve onların kaba kombinezonları arasında aktif olarak tatbikat yapmak, sayısız madde kombinezonlarıyla karşılaşmak zorundadır. (92, 55) Fakat insanların anladığı yüzey zamanı ve mekânı (yüzeysel zaman ve yüzeysel zaman mekânı) ölçüsüne girmeyen çok ince enerjiler veya tesirlerden oluşmuş varlık, âlemlerin kaba kürelerine doğrudan doğruya tesir edemez. (85) Oysa ruhun –çeşitli tatbikatı sırasında– bu kaba kürelerin maddeleriyle de karşılaşması gerekmektedir. (85) Bu yüzden, yani varlığın ruhun hizmetinde olmanın icaplarını yerine getirebilmesi için de, kaba maddelerle ve varlıklarla (buradaki varlıklar ifadesiyle ruhun vasıtası olan varlık değil, canlı denilen bedenli varlıklar kastedilmektedir) bir tesirleşme vasıtası olarak, kaba âlemin, içinde tatbikatlarda bulunacağı bir küresindeki (bir dünyası ndaki) maddelerden kaba bir beden kurması ve kullanması zarureti belirir. (85, 57)
Yeni meydana gelmiş varlık, böylece kendi ruhunun ve vazifelendirilmiş yardımcı varlıkların faaliyetleriyle, bir kürenin kaba (fizikokimyasal, yoğun) maddeler topluluğundan kendisine bir beden kurar. (60, 85, 92, 57, 112) Kurulan bu bedene (hücreye) –ruhundan gelen tesirlerle– bağlanır ve onu kendi süptil vibrasyonlarıyla hâkimiyeti altına alır ki, insanlar buna enkarnasyon derler. (85,92) Varlık, böylece, bu beden sayesinde hem maddelere ve kendi bedeni haricindeki diğer bedenlere tesir ederek, ruhunun ihtiyaçlarına ilişkin faaliyetlerini yapabilecek, hem de o küredeki kaba madde kombinezonlarından ve bu kombinezonlarla diğer varlıklar arasındaki ilişkilerden doğacak olay vibrasyonlarını ruhuna gönderebilecektir. (60-61, 92, 57) Varlığa hizmet eden beden nasıl kaba dünya maddelerinde varlığın sembolü ise, varlık da, daha derin mânâda olmak üzere, ruhun sembolüdür. (189)
Bir ruh, maddeleri, varlığı vasıtasıyla, maddelerin manyetik alanlarına tesir ederek kullanır ve o maddelerden, onların mensup bulunduğu dünyalardaki tatbikatına uygun bedenleri kurar. (48, 49) Bu bedenler vasıtasıyla da, o dünyanın diğer beden ve maddelerinin manyetik alanlarına tesir etmek ve onları kullanmak suretiyle tekâmülünü sağlar. (49) İnsanların perispri dedikleri şey, bedenin manyetik alanından ibarettir, varlık değildir. (48, 11)
Herhangi bir kaba küredeki her beden, ruhun ihtiyacına göre, ancak geçici bir tatbikat devresi süresince o varlığa bağlı kalacak, geçici bir vasıtadan ibarettir. (58) Varlık, bulunduğu ortamda, hizmet ettiği ruhun ihtiyaçlarını yerine getirdiği anda –onun yeni ihtiyaçlarına uygun– diğer bir bedeni kurmak üzere önceki bedenini terk eder. (58) İşte, varlığın herhangi bir kürede ikinci bir bedeni kurmasına insanlar enkarnasyon veya doğum, o bedeni terk etmesine de dezenkarnasyon veya ölüm adını verirler. (58)
İnsan varlığı
Enkarnasyon terimi, hücreler içine zorla sevk edilmeleriyle hücrelere bağlanan basit varlıklar için kullanılabilirse de, bu terimin insan varlığı için kullanılması doğru değildir. (91) “Ete girme” anlamına gelen enkarnasyon kelimesinin ifade ettiği kavramdaki gibi dar bir çerçeve içinde düşünülmemesi gereken, insan varlığının ‘bedenlenme’sini çok daha geniş mânâda anlamak gerekir. (57, 90) Doğum
Varlığın ilk varlık hâlinden bir insan varlığı hâline gelinceye kadar daha birçok safhadan geçmesi, inkişaflar geçirmesi gerekir ki, ‘hayvanlık safhası’nı hakkıyla tamamlayan bir hayvan varlığı bile, bir üst safhadaki bedeni, yani insan bedenini derhal kullanamaz; onun bir insan varlığı hâline gelebilmesi için daha bir sürü tatbikat geçirmesi, inkişaf etmesi gerekir. (307, 90, 77)
İnsan bedenlerini kullanan varlıklar, maddi yapıları itibariyle, insan anlayışıyla dünya maddesi kavramından ve realitesinden madde bile denilemeyecek kadar uzaklaşmış, çok süptil bir madde hâlidirler. (311) Böyle bir hâl insanlar nazarında bir madde olamaz. (311)
Bebek doğduğu sırada, bir tesirler veya enerjiler topluluğu olan varlığın tesirlerinin büyük bir kısmı beyin hücrelerinin (Beyin hücreleri varlıkları) ‘manyetik alan’ına bağlanmış bulunur. (86) Dünya anlayışına göre ve rakamla ifade etmek gerekirse, varlık denilen bu tesirler veya enerjiler topluluğunun 7/8’i bedene bağlanmış olup, ancak küçük bir kısmı, yarı serbest hâlde, ‘idrakî temerküz noktası’nda kalmıştır. (86) Varlık ne bedenin içine girmiştir, ne de bütünü ile bedenin organlarına dağılmıştır. (86) O, tüm beden hayatı boyunca bütünlüğünü idrakî temerküz noktasında muhafaza eder. (86) Varlığın beyin hücrelerine bağlanmış olan bu “tesir sahaları”na insanlar –mahiyetini iyice bilmeksizin, sadece gözlemlerine göre– ‘şuur’ demişlerdir. (86)
İdrakî temerküz noktasında kalıp bedene, yani beyne bağlanmamış 1/8’lik kısımlara ait saha ise ‘şuur-ötesi’ adını alır ve fonksiyonları bakımından ‘şuuraltı’ ve ‘şuurüstü’ denilen iki fonksiyon sahasından ya da fonksiyondan oluşur. (140, 141, 88, 86, 155) Şuur-ötesinin şuur ile irtibatı doğrudan doğruya olmaz; arada ‘şuurdışı’ denilen, köprü vazifesini gören aracı bir kısım, daha doğrusu bir fonksiyon daha vardır. (141) Yani şuurdışı, şuur ile şuurötesi arasındaki geliş gidişlere vasıta olan, varlığın üçüncü bir fonksiyon sahasıdır. (141) Şuurdışı aynı zamanda, bir dünya hayatı boyunca, şuurun karşılaştığı ‘olaylar’ın her uyku sırasında, kaba kıyas bilgileri (Kıyas bilgisi) süzgecinden geçirilmesiyle edinilen sonuçlar ya da “sonuç-bilgi”ler denilebilecek bilgi ve izlenimlerin toplandığı, şuurun bir bilgi deposudur. (141, 142)
İnsan denilen şey; bir varlığın, bağlı bulunduğu ‘ruh’a hizmet etmesi için, Dünya küresindeki kaba maddeleri kendisine vasıta olarak kullanmak üzere bir araya getirmesiyle oluşturduğu bir bedendir. (84) Varlık, ruha, insan da varlığa tahsis edilmiştir. (185, 32) Bir güneş sisteminin herhangi bir küresinde, o kürenin şartlarına uygun bir bedende doğmuş varlık, ruhunun tekâmül ihtiyacına göre o sistemin çeşitli kürelerinde sayısız bedenlenme (doğum) ve bedenden ayrılma (ölüm) süreçleri geçirerek sonunda hidrojen âleminin son basamağına erişir ki, bu son basamak sistemimizde insan, diğer sistemlerde ise ona denk, eşdeğerli inkişaf mertebesinde bulunan bedenlerden biridir. (58)
Öz varlık
Varlığın beden-dışı durumu, insanların şuurlarına direkt olarak çarpmaz. (87) Çünkü insan ancak, onun kendisine göndermiş olduğu tesirlerin bir kısmıyla şuurlanır ve kendisini yarım yamalak idrâk etmeye çalışır. (87) Onun kendisine gelmeyen “kısımlar”ına ait bazı müphem sezgileri bulunmakla beraber, bu kısımlar hakkında açık bir idrake sahip değildir. (87) İşte insanların bazen derin bir “iç murakabesi” yoluyla sezebildikleri “iç varlık”, “öz benlik” ve ‘öz varlık’ dedikleri şey, insanın bedeninin dışındaki hakiki varlığının “nispeten” serbest durumudur. (87)
Kısaca, dünya hayatında beyne gönderdiği tesirlerle insanı hayatta tutan; küresel zamana tâbi bulunan; beyne bağlı “insan idraki”nden çok farklı bir idraki olan; insanın bedeninin dışındaki hakiki varlığının nispeten serbest durumuna (insanın beden dışındaki ve nispeten serbest durumdaki hakiki varlığına) öz varlık denir. (314, 87, 89, 118, 119 128, 136, 139, 155, 156, 158, 315)
Bir insan varlığının görgü ve tecrübesi dünya realitelerinin, öz varlıkta bilgi hâlinde birikmiş izlenimlerinden ibarettir. (109) İnsanlık safhasındaki tekâmül, olay kombinezonlarına ait idraklerin öz varlıktan ruha yansımasıyla sağlanır. (60) Diğer deyişle ruhun tekâmülü için olay (Olaylar) maddelerinin öz varlıkta meydana getirdiği sonuçların, yani ‘öz bilgiler’in, ‘öz idrak’ kanalıyla ruha yansıması lazımdır. (128)
Dünya realitelerinin ve olaylarının öz varlıktaki karşılıkları
İnsan beynine göre kıymetlendirilmiş olan dünya ‘realite’leri öz varlığa aynı hâl ve şekillerde geçemezler. (110) Zaten böyle olmasaydı bedene hiç lüzum kalmaz, varlık dünyada doğrudan doğruya yaşayabilirdi. (110-111) İnsan beyninin kıymetlendirdiği, dünyada bildiğimiz, gördüğümüz realitelerden öz varlığa geçenler, dünya maddelerine ayarlanmış bulunan realitelerin kaba hâl ve şekilleri değil, o realitelerin “asıl kıymetleri”dir. (111) Bu “asıl kıymetler”, bu realitelerin, öz varlıkta meydana getirmiş oldukları, varlığın ince bünyesine ve ihtiyaçlarına uygun, yüksek ve ince madde kombinezonları hâlindeki birtakım sonuçlarıdır. (111) ‘Küresel zaman’ veya idrakî zaman tekniği ile değerlenen bu ince kombinezonlar, dünyanın ‘yüzeysel zaman’ idrakiyle tarif edilemez ve nitelenemezler. (136)
Bunlara birer izlenim demek de pek doğru olmaz; çünkü bu kelime, asıl mânâyı tam karşılamamaktadır. (111) İşte, mahiyetleri “insan idraki”ne göre pek müphem olan bu sonuç ya da izlenimler varlıkların inkişaflarına neden olan derin izlerdir. (111) Bu izlerin “derinleşmesi” demek o varlığa ait olan ve tekâmülü sağlayan öz idrakin genişlemesi ve kapsam kazanması demektir. (111) Esasen ‘öz idrak’, varlıkla eş olduğundan, idrakin genişlemesi ve kapsam kazanması demek, bizzat varlığın inkişaf etmesi demektir. (111)
Vicdan, realite, idrak (dünya idraki), bilgi (dünya bilgileri), sevgi (dünyadaki sevgi) ve dünyada tezahür eden diğer bütün kıymetler; ancak beyin cevherinin imkânları dahilinde formlarını almış, maddi görünüşlerden ibarettir. (136) Bunların asıl kıymetleri, öz varlıkta meknuz olan kudretlerdedir; fonksiyonları da dünya imkânları içinde ancak öz varlığa hizmet etmek yolunda işler. (136) Dolayısıyla bunlar, yalnız dünyada geçerli olan yüzeysel zaman idrakiyle ölçülebilen, dünya şekil, hâl ve görünüşleridir. (136) Bunların besledikleri, inkişaflarına vasıta oldukları, öz varlıktaki asıl kıymetler ise; öz varlığın tâbi bulunduğu küre zamanının (küresel zamanın) sonsuz diyebileceğimiz idrak imkânlarıyla değerlenen hakiki kıymetlerdir ki, bu kıymetler (tekâmül değerleri), ruhun kâinattaki tekâmül ölçüsünü gösterir. (136)
Öz varlık hâlinde, yani “münkeşif (inkişaf etmiş) bir enerjiler kompleksi” hâlinde kalış
İnsanların ‘Dünya Okulu’nu tamamlayarak dünyayı terk etmeleri demek, dünyaya ait kaba hidrojen kombinezonları ndan ibaret fiziksel bedenleri artık terk etmeleri ve aslî hâllerine, varlık hâllerine dönmeleri demektir. (311) ‘Sevgi plânı’na bedensiz olarak, varlık (insan varlığı) hâlinde geçilir; varlık, orada bir yarı-süptil madde kombinezonunu beden yerine kullanır. (311) Bu bağlandığı yarı-süptil maddesini bırakabilmesi ve vazife plânına geçmesi demek ise, onun artık hiçbir maddeye bağlı kalmayıp, öz varlık hâlinde, yani inkişaf etmiş (münkeşif) bir enerjiler kompleksi hâlinde kalması demektir. (314, 311)

